11 Ekim 2007 Perşembe

MEKAN DEĞİŞİKLİĞİ

DEĞERLİ DOSTLAR BUNDAN SONRA YAZILARIMA
http://rahmiakbas1.blogcu.com

adresinden ulaşabilirisniz.

20 Eylül 2007 Perşembe

1966' da Çorum İşçi Olayları



Son dönemdeki memur ücret artışları ve grev hakkı istemeleri, 1966 yılındaki Çorumdaki işçi olayları ve Çorum’un nasıl gündeme oturduğunu arşivimden çıkartarak tekrar hatırlatmak ve sizlerle paylaşmak istedim. Mutlaka o günleri hatırlayanlar vardır ama bir de ben genç arkadaşlarıma hatırlatmak için yazayım dedim.

1966 yılının sonbaharında Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonun Genel Sekreteri Halil Tunç, Genel greve gidilebileceğinin sinyallerini vermeye başlamıştı. Demirel’in iktidarında yürüyen hükümet aldığı kararlarla işçilerin tepkilerini arttırmıştı. Halil Tunç Ankara Selanik Caddesindeki Genel Merkezde Eylül ayında yaptığı açıklama Çorumlu işçiler ve bu olaylar, iktidarın zihniyetinin iyice ortaya çıktığını ve grevin kaçınılmaz olduğunu açıklamıştı. Ne olmuştu Çorumda ve bu bardağı taşıran olayın iç yüzü neydir?

Çorum Belediyesinde çalışan işçiler, Belediye Başkanının tutumundan dolayı ( öyle düşünülmektedir ) işten çıkartılmışlardı, işçiler ise Danıştay’a başvurmuşlar ve işe geri alınma kararı verilmişti. Ancak Belediye başkanının olumsuz tutumları nedeniyle bu işçiler işe alınmamış ve durum Ankara merkeze kadar yansımıştı. Bu bardağı taşıran ve genel greve doğru giden olayın suçlusu kimdi. Bu durumun cevabını10 Eylül 1966 tarihli Akis Dergisinden aynen aktarıyorum.

‘’ Eğer durum halledilemez ve Tunç’un haber verdiği protesto hareketleri başlar, Türkiye’nin yollarını yürüyen doldurur, grev dört bir yanı sararsa, bunun mercii, sorumlusu veya suçlusu kim olacaktır? Bu soruya hemencecik ‘’ Johnson Kemal ‘’ ( Çorum Belediye Başkanı ) diye cevap vermek, işi çok basite almaktır. Gerçi gelişmelerde Çorum Belediyesinin bu garip şahsiyetli Başkanının rolü büyüktür. Ama suyun altında cereyan eden bazı olaylar, ilk şöhretini Amerika Başkanı Johnson’a özel mektup yazıp beton karıştırma makinesi isteyerek yapmış olan bu adamın ikinci sınıf emir kulu bir politikacı ve istenirse rahatça geçilebilecek bir engel olduğunu göstermiştir.

Johnson kemalin ve hükümetin bu meseledeki rollerini, davranış tarzlarını ortaya koyan bir olay, geçen haftanın sonunda Cumartesi günü ceyeran etti, hem de bir komedi havası içinde… O gün Milliyet Gazetesinde bir haber yayınlanmıştı. Buna göre, Çorumlu işçiler meselesini halletmek için Türk – İş temaslarına devam etmiş ve Hükümetin ağırlığını koymasını istemişti. Devlet Bakanı Bilgehan meseleyi halletmekte direnen Belediye Başkanını Ankara’ya çağırmış, fakat Johnson Kemal, işinin çokluğunu bahane ederek, daveti AP’li bir belediye başkanından beklenmeyen bir cüretle reddetmişti! Cumartesi sabahı da Başbakan, Johnson Kemal’i Ankara’ya çağıracaktı. Diğer gazetelerde de buna benzer haberler vardı.

Fakat Cumartesi sabahından itibaren Demirel’den Çorum’a hiçbir haber gönderilmedi. Çorum’dan gelen haberlerde Belediye Başkanının makamından kımıldamaya niyetli olmadığını gösteriyordu. Bu işe en çok canı sıkılanlardan biri, işçilerle birlikte İstanbul’a kadar yürüyen ve bu meseleyi hala izleyen Milliyet muhabiri Mete Akyol’du. Akyol, hem meselenin hallinin gecikmesine üzülüyor, hem de Hükümet çevrelerinin kendisine verdikleri haberin doğru çıkmamasına kızıyordu; işte Demirel’in Johnson Kemali çağıracağını söylediği halde, böyle bir şey de olmamıştı.

Nihayet Mete kararını verdi ve saat 11 sıralarında, Başbakanlığa yakın bir yerdeki Milliyet bürosundan Çorum Belediye Başkanına telefon etti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti;

- Kemal bey, ben Ankara’dan, Başbakanlık civarından- bu son kelime
biraz çabuk söylendi – telefon ediyorum. Lütfen, saat kaçta
Ankara’da olacağınızı haber verir misiniz.

- Şey … efendim… Anlayamadım! Başbakanlıktan mı telefon
ediyorsunuz? Ama bana Başbakandan bir iş’ar vuku bulmamıştır?.

- Efendim, ben orasını bilmem. Önümüzdeki notta, saat kaçta
Ankara’da olacağınızın öğrenilmesi isteniyor…

- Şey… Allah Allah… Efendim şey … Beyefendi, siz kimsiniz?...

- Ben, Muammer! ( Süleyman Demirel’in özel kalem müdürü Muammer Ekonom’ un adını kullanmaktadır )

- Şey … Muammer beyefendi! O halde bu bir emir mi?


- Nasıl kabul ederseniz beyefendi…

- Ama Muammer beyciğim, vakit öğleye yaklaştı, ben neyle geleyim oraya? ( o zaman demek ki şimdiki gibi yarım saatte bir otobüs Ankara’ya kalkmıyormuş. )


- Bir araçla

- Otobüs var, taksi var. Ama ben elbet bir şeyle gelirim, hay hay efendim! Yalnız, Sayın Başbakanım müsaade ederse, bir yemek yiyebilir miyim? … Sağ olun beyefendi… Saat 14’te hareket eder, 18’de orada olurum ( demek ki Ankara o zaman 4 saat sürüyormuş ) Beyefendiciğim, Sayın Başbakanıma Te’yiden hürmetlerimi bildirir misiniz? Güle güle beyefendi… Tabii Muammer beyciğim, elbet de Saat 18’i geçirmem efendim… Şerefle beyefendi!...

Aradan saatler geçti. Johnson Kemal, gerçekten Ankara’ya Başbakanlığa geldi. Başbakanla, sonra Çalışma Bakanı ve Türk – İş Genel Sekreteri ile görüştü. Bu görüşmelerden sonra Başbakanlıktan ayrılan Çalışma Bakanı Ali Naili Erdem, bir gazeteci ile karşılaştı. Gazeteci sordu;

- Beyefendi, Çorum Belediye Başkanını Ankara’ya kim çağırdı? Başbakan mı?

Ali Naili Erdem, Ferdi Tayfur’unkini andıran sesiyle, kasılarak cevap verdi;

- Evet, Sayın Başbakanımız çağırdı!... Onun için geldi.

Ali Naili ERDEM’in arkasından bakakalan, gülmemek için dudaklarını ısıran ve yukarıdaki soruyu sormuş olan gazetecinin ismi, Mete Akyol’du!. ‘’

Bu görüşmelerden bir sonuç çıkmamış, Çorum Belediye Başkanı istifasının sunmasına rağmen, kabul edilmemiştir. Aslında olayın muhatabı Belediye Başkanı Kemal Bey değil, Çorum AP İl örgütü gösterilmiş, İl örgütü ise bu karardan vazgeçmemiştir. Buradan çıkan sonuç ne kadar grev hakkı olsa da bu grev gerçekleşmemiş ve olan Çorumlu işçilere olmuştur.

Bu olay bir orta oyunudur ve tüm aktörler topu bir birine atmış, ortadaki ebe ise Çorum belediyesinden atılan işçiler olmuştur. Bugün bunların içinden yaşayanlar ve o günleri çok iyi hatırlayanlar vardır. Bu konuda Türk Bayrağı ile yapılan yürüyüşü de resim olarak sunuyorum belki bu yürüyüşte olan birileri bu resmi görerek o günleri hatırlar.

Bu gün memurlar grev hakkı istiyorlar, ama ortadaki ebe olduğunuz sürece bu ebelik sizi hiçbir zaman o topu kapmaya gücünüzü yetirmeyecektir.

Saygılarımla;

6 Eylül 2007 Perşembe

DAMAT FERİT PAŞA

Giriş

Ülkemizi dün olduğu gibi bugünde dar boğazlara sokmaya, bu ülkenin bölünmesi ve parçalanması için bütün güçleriyle çalışan ve Gazi Mustafa Kemal’in tabiriyle içteki ve dıştaki düşmanların bilinmesi için bu haftadan itibaren tarihi bir çalışma başlatıyoruz. Bu çalışma tarihimizde ortaya çıkmış, bu ülke için büyük hizmetleri olmuş ya da bu vatanı satmaya kadar varan hıyanet içindeki kişileri ortaya çıkartmaya çalışacağız. Burada ki amacımız zaten bildiğimiz değil, adını duyduğumuz fakat çok fazla tanımadığımız kişilerin anlatılmasıdır. Bu hafta sizlere kendi şahsi çıkarları ve kendini yetiştirenlerin idealleri uğruna çalışmış bir kişiyi anlatmak istiyoruz. Bu kişi Damat Ferit Paşadır. Bu yazılar sizin olduğu kadar çocuklarınızın da yararlanacağı bir kaynaklardır. Tamamen belgelere dayalı bu çalışmalar objektif unsurlar taşımaktadır.

DAMAT FERİT PAŞA

Osmanlı Sadrâzamlarından Şûrâ-yı Devlet üyelerinden Seyyid Hasan İzzet Efendi'nin oğlu olup, İstanbul’da 1853 yılında doğdu. Tahsilini Oxford Üniversitesinde tamamladıktan sonra Hâricîye Teşkilâtında görev aldı. Paris, Berlin, Petersburg ve Londra elçilikleri kâtipliklerinde bulundu. Daha sonra Sultan Abdülmecid’in kızlarından Mediha Sultanla evlendi ve saraya damat olarak girdi. 1884 yılında Şûrâ-yı Devlet üyeliğine tâyin edildi. İki sene sonra da vezir rütbesi verilen Damat Ferit Paşa, Londra Büyük Elçiliğine tâyinini istediyse de, Sultan İkinci Abdülhamid Han tarafından bu isteği reddedildi. Bunun üzerine memuriyetten ayrılıp, Meşrûtiyetin îlânından sonra Âyân Meclisi üyesi oldu. Önceleri İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenlerine yaklaştı. Ancak anlaşamamaları sonucu ( İngiliz yanlısı ve gerçek yüzünü bildiklerinden ) onların aleyhinde çalışmaya başladı ve Hürriyet ve İtilâf Fırkası' nın kurucuları arasında bulundu. Hürriyet ve İtilâf Fırkası, İttihat ve Terakki' ye muhalif bir politika izliyordu. 11 Kasım 1911 günü kurulan fırkanın ilk başkanlık görevini 25 Kasım 1911' den Haziran 1912' ye kadar devam ettirdi.

İmparatorluğun son zamanlarında beş defa sadârete getirilmiştir. Sadâreti zamânında yaptığı tutarsız icrâatı sebebiyle memleketin içte ve dışta zor durumlara düşmesinde büyük tesiri olduğu belirtilmektedir. Ayrıca, Osmanlıların son sultânı, Sultan Altıncı Mehmet (Vahîdeddîn Han) de kendisini sevmeyip daha şehzâdeliği zamânında, Ferit Paşaya karşı sâhip olduğu düşüncelerini açıklamıştı. Sultan Vahdeddîn’in Ferit Paşayı defalarca sadârete getirmesini târihçiler, zamanın kritik oluşundan ve mecburiyetten ileri geldiğini söylemektedirler. Çeşitli entrika ve arkasına aldığı İngiliz güçleri tarafından Osmanlıyı batağa sürüklemesi, oluşturulmaya çalışılan vatanı kurtarma gayretlerini baltalaması ile bilinmesi gereken bir adam olarak karşımız çıkmaktadır. Yaşamını şahsi çıkarları üzerine kuran bu şahsın icraatları nelerdir.

I. Dünya Savaşının Sonrası

Ekim 1914 yılında I. Dünya Savaşına giren Osmanlı Devleti, Çanakkale’de bir destan yazmasına rağmen Müttefikleri gibi savaşta yenik sayılmış ve 30 Ekim 1918’ de Mondros Mütarekesi’ni imzalamak zorunda bırakılmıştır. Birliklerini geri çekerek terhis eden ve Ordu mevcudunu elli bine indiren, ulaşım ve haberleşme ile askeri önem sahip olan maden ve ürünlerini İtilaf devletleri’nin denetimine bırakan Osmanlı Devleti yine de işgale uğramış, 6 Kasım 1918’ den itibaren Çanakkale ve İstanbul Boğazları İtilaf Devletlerinin işgaline maruz kalmıştır.

13 Kasımda verdikleri sözleri tutmayan aralarında Yunan savaş gemisinin de bulunduğu bir İtilaf Donanması İstanbul’a gelmiştir. I Dünya Savaşından önce zaten plan hazırlanmış olup, İstanbul’dan sonra Suriye, Lübnan, Irak gibi devletler kurulmaya başlanmış, Doğu Anadolu’ da bir ermeni devleti kurmak, Batı Anadolu’ya ise Yunanlılara vermek şeklinde çalışmalara başlamışlardır. Nitekim Lord Curzon 18 Kasım 1918’ de Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada gerçek amaçlarını açıklamışlardır. Curzon ‘’ Kürt, Arap, Rum ve Yahudilerin ‘’ Türk egemenliğinden kurtulacağını söylemiştir. İstanbul ise çalkalanmaktadır. Her zaman olduğu gibi, birileri Manda yönetimine girelim rahat ederiz ihanetinde bulunurken bazıları ise Wilson ilkelerine güvenerek hakkımızı arayalım demektedirler. Bu amaçla kurulan müdafa-i hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyetleri oluşturulmaya başlanmıştır. Bu karışıklıkları fırsat bilen Damat Ferit 2 Aralık 1918 de Ayan Meclisinde Meclis-i Meb’usan’ın fesih edilmesini istemiştir. 21 Aralık 1918 de ise Padişah Mehmet Vahdetin seçim süresini de aşması nedeniyle Meclis-i Meb’usanı fesih etmiştir. Karışıklıkların artması ve İngilizlerin ısrarı üzerine 4 Mart 1919 da Damat Ferit beklediği anı yakalamış ve Hükümetini kurmuştur. Ona göre İngiltere’yi tutmak ehvenişerdir.

İstanbul’da bu gelişmeler yaşanırken Paris’te toplanan Barış Konferansı’nda ise İzmir ve çevresinin Yunanlılar tarafından işgalinin zemini hazırlanmakta idi. Nitekim 15 Mayıs 1919 tarihinde İtilaf devletleri Donanması kontrolünde Yunan Birlikleri İzmir’i işgal etiler. Başta İstanbul olmak üzere tüm yurtta büyük olay ve protestolar olmuş ve Yunanlıların burada durmayarak başta Manisa olmak üzere tüm Batı Anadolu’ya yayılması ve buralarda yaptıkları katliamlar ve zulümler nedeniyle Milli Birliğin doğmasına neden olmuşlardır. Burada sessiz kalan tek kişi Damat Ferit’ti bu nedenle 16 Mayıs 1919’da baskılara dayanamayarak istifa etmek zorunda kalmıştır.
Göstermelik bu istifa İtilaf Devletlerinin tepkisine neden olmuş ve baskılar sonucunda 19 Mayıs 1919 da ikinci Damat Ferit hükümeti kurulmuştur. Burada bir noktaya dikkat çekmek gerekmektedir. Mayıs 1919’ da hazırlıklara başlayan ve 19 Mayıs 1919’da büyük yetkilerle donatılarak Samsun’a çıkan Gazi Mustafa Kemal, Damat Ferit’ten habersiz mi gitmişti hayır, bu kadar yetki ile donatılan bir kişi bugünkü deyimi ile Başbakandan ve Padişahtan habersiz bu yetkileri alması mümkün değildir. O halde Damat Ferit buna nasıl izin vermişti. Birincisi zorunda kalmıştır. Ergun HİÇYILMAZ’a göre, ‘’ Paşa 15 Mayıs 1919’da Damat Ferit Paşa’nın, Nişantaşı’ndaki evinde kendisine verdiği özel akşam yemeğine, yeni Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa ile birlikte katılmıştı. Sadrazam, Mustafa Kemal’in salahiyetlerini hangi ölçüde ve nasıl kullanacağını merak ediyordu. Sadrazamın bu konuda tereddütlerinin olduğu anlaşılıyordu. Mustafa Kemal Paşa, “İngiliz raporlarına göre Samsun ve havalisinde bazı karışıklıklar varmış. Yerinde yapacağım tetkikat ile hallederiz” demişti. Sadrazam bu defa Cevat Paşa’ya dönerek “Siz ne dersiniz?” diyecekti. Cevat Paşa bu soruyu, tereddüdü ortadan kaldırmak gayesiyle şöyle cevaplayacaktır: “Efendim, Paşa tabiî o mıntıkadaki kuvvete kumanda edecek, zaten nerede kuvvet kaldı ki?” Özellikle Fevzi Çakmak Paşa ve vatansever komuta arkadaşları bu konuda ısrar etmekte ve Damat Ferit’i zorlamakta idiler. İkinci olarak Cevap Paşa’nın da dediği gibi ortada toplanacak bir kuvvete yoktu, gitse de ne yapabilirdi ki, üçüncü olarak da, Kız Kulesi civarında bekleyen İngiliz denetleme gemisi zaten bu geminin önünü kesecekti. Ancak hesaplamadığı bir şey vardı, seçilen kişi Mustafa Kemal’di ve arkasında tarih boyunca bağımsız yaşamaya alışmış ve hiçbir zaman köle olmamış, her zaman bağımsız ve büyük devletler kurmuş bir Türk Milleti vardı.

Mücadele Dönemi

Gazi Mustafa Kemal’in Anadolu’ya çıkarak Milli Mücadeleyi başlattığını gören İngilizler, sömürge yaptıkları diğer Müslüman ülkelere örnek olması ve Hindistan yolunun tehlikeye girmesi nedeniyle bu direnişin kırılması gerektiğine karar verdiler. Bu amaçla 8 Haziran 1919’ da Gazi Mustafa Kemal’in görevine son verilmesi ve geri çağrılması için hükümete baskı kurmaya başladılar. 23 Haziran 1919’da Meclisi Vükela Gazi Mustafa Kemal Paşayı görevden aldı. Dahiliye Nazırı ( İç İşleri Bakanı ) Ali Kemal Bey vilayetlere bir yazı göndererek kararı duyurdu. Ancak onlar için iş işten geçmişti. Şimdi İstanbul’da iki gurup ortaya çıkmıştı, Milli Mücadeleye destek verenler ve vermeyenlerin kavgası nedeniyle Dahiliye Nazırı Ali Kemal Bey ve Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa Hükümetten istifa ettiler.

Gazi Mustafa Kemal Paşa 8 Temmuz 1919’ da hem Hükümet görevinden (müfettişlik) hem de askerlik görevinden istifa etti. Paris’ teki görüşmelerden dönen Damat Ferit, altı haftalık süre zarfında Anadolu’da baş gösteren olayları çok teessüfe değer olduğunu bildirerek bu konuda bir genelge yayınladı. Bu genelge Erzurum Kongresi hazırlıklarına karşı bir tavırdı. Bu Damat Ferit’in Milli Mücadele ile mücadelesinin de başlangıcı olarak görülmektedir. Her istediğinin yapılmadığı zaman istifa etmeye alışmış olan Damat Ferit yine istifa etti, ancak biliyordu ki ağabeyleri yine baskı uygulayacak ve yine hükümeti ona kurduracaklardı. İngilizlerin hemen baskısı başlamış ve bu baskı sonuç vererek yine hükümeti kurma görevi bu şahsa verilmişti. Damat Ferit üçüncü Hükümetini kurmuştu.

Erzurum Kongresi ile dünyaya bağımsızlığını ilan eden Türk Milleti, Sivas kongresi hazırlıklarına başlamıştı, Damat Ferit ise karar üzerine karalar çıkartıyordu. Gazi Mustafa Kemal ve Rauf Beyin derhal yakalanarak İstanbul’ a gönderilmesi, Anadolu’ya Nasihat Heyetlerinin yollanması, Ordu Müfettişliklerinin kaldırılması, Kolordu Komutanlıklarına yeni tayinler yapılması ( Çünkü bu Kolordu Komutanları, o kadar emir verilmesine rağmen Gazi’yi ve arkadaşlarını yakalamıyorlardı ) gibi çalışmalarda sonuç vermemiş ve 4 – 11 Eylül 1919 tarihleri ararsında Sivas Kongresi toplanmıştır.

Damat Ferit Anadolu’da kaybettiği denetimi tekrar sağlamak ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın nüfuzunu kırmak gayesiyle Anadolu’ya sevk etmek üzere yeni bir askeri güç oluşturmak istedi. Bunun için İstanbul’daki İtilaf Devletleri temsilcilerine müracaat etti. Damat Ferit bu müracaatında, Eskişehir’e iki bin kişilik bir kuvvet gönderilmesi gerektiğini belirtmekte ve bu kuvvetin Mustafa Kemal Paşanın hareketini frenleyeceğini, bu şekilde İstanbul’un tehlikeye düşmesinin önleneceğini ifade etmektedir. İngiliz ve Fransız yetkililer bu gücü Osmanlı askerinde kurduklarında bunlarında Milli Mücadelye katılacağından emindiler, kendi kuvvetlerini ise göndermeyi düşünmemektedirler, çünkü plan kendilerinin savaşması değil, kandırıp İzmir’e çıkarttıkları Yunan Orduları ile Anadolu’daki gelişimi sağlamaktı. Bunu üzerine Damat Ferit Hükümeti 30 Eylül 1919’ da istifa etmek zorunda kalmıştı.

2 Ekim’de yeni hükümeti Ali Rıza Paşa kurdu, ancak işgalcilerin beklentilerinin tersine Milli Mücadele yanlısı bir tavır sergilemesi ve İşgalcilerin kontrolündeki Akbaş Cephaneliliğinin Milli kuvvetlerce basılıp silah ve cephanenin kaldırılması yani Anadolu’ da Milli mücadelenin gelişip etkinlik kazanması üzerine İtilaf Devletleri Anadolu’yu susturunuz ve Kuvay-i Milliyeyi takbih ediniz diyerek bir nota vermişlerdir. Hükümet notaya ret cevabı verdi. İşgalciler 2 Mart 1920’ de ikinci ve çok sert bir nota daha vererek hükümetin istifasını istemiştir. Ali Rıza Paşa Hükümeti 3 Mart 1920’ de istifa etti. 8 Mart 1920’ de Ali Rıza Paşa Hükümetinde Bahriye Nazırı olan Salih Paşa Hükümeti Kuruldu. Ancak istenen yine olmamıştır. Salih Paşa Hükümetine verilen yeni bir notayı alan hükümet ‘’ Kuvay-i Milliye Hareketi, meşru hakların müdafaasıdır ‘’ diyerek verilen notayı geri çevirdi. Baskılara dayanamayan hükümet 1 Nisan 1920’de İşgal Kuvvetlerinin yaptığı hukuka aykırı bir harekettir diyen uzunca bir protesto notası vererek istifa etti.

İşgal Kuvvetleri Damat Ferit’ten başka şansları kalmamıştı 5 Nisan 1920’ de Damat Ferit 4. Hükümetini kurdu. İşgal Kuvvetleri bu işin böyle yürümeyeceğini ve Anadolu’daki oluşumun o kadar basit olmadığını görerek ve yanlarına Damat Ferit’i de alarak İstanbul’u tam bir işgale başladılar. Şehirde denetimi ele aldılar, sıkıyönetim ilan ettiler, Meb’usan Meclisini basarak, içlerinde Rauf Bey’in de bulunduğu mebuslardan önemli bir kısmı ile yüzeli kadar asker ve sivil yetkiliyi tutukladılar. Bu gelişmeleri gören Heyet-i Temsiliye Başkanı ve Erzurum mebusu olan Gazi Mustafa Kemal Paşa 19 Mart’ta Ankara’da olağanüstü yetkilere sahip bir meclis toplanacağını ve bu yönde gerekli girişimlerin hemen başlanacağını bildirdi.

Damat Ferit, Ankara’da belirmeye başlayan ve Meclis açılışı da sağlanınca daha da meşruiyet kazanacak olan gelişmelere karşı derhal harekete geçti. Nitekim daha önce kongreler sırasındaki hükümeti döneminde olduğu gibi İngilizlere yakınlaşma ve istekleri doğrultusunda hareket etme politikasına tekrar yöneldi. İngilizlerde bu sorunun bitmesini istediklerinden Damat Ferit’in istediği askeri yaptırımları kabul ettiler. Damat Ferit ilk olarak 9 Nisan’da ‘’ Kuvay-ı Milliye’nin hem Anadolu’yu korkunç bir istila tehdidine hem de Devletin başının gövdesinden ayırmaya sebep olduğu ‘’ ifadesinin de yer aldığı bir genelge yayınladı. İstanbul’a yakın yerlerdeki ahalinin ileri gelenlerini saraya çağırarak sadakat yemini ettirdi. Şeyhülislam Fetvası yayınlatarak Milli Hareketi fitne ve fesat hareketi olarak gösterdi ve lider ve taraftarlarının öldürülmesi şer’an caiz (uygun ) olduğunu yayınladı. Bu girişimler etkisini gösterecek ve 13 Nisan 1920 de Düzce’de Milli Harekete karşı ayaklanma başlayacak ve Anadolu’da yayılacaktı.

Damat Ferit Hükümeti bu girişimlerin yanı sıra Milli Harekete karşı, Kuvay-ı İnzibatiye adıyla bir askeri birlik oluşturmak maksadıyla, 18 Nisan 1920’de askeri teşkilatın kuruluş nizamnamesi olan Kararnameyi yayınladı. Arkasından derhal asker toplama girişimlerine başladı. Eski harbiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa komutasında Kuvay-i İnzibatiye Birlikleri oluşturuldu.


Heyet-i Temsiliye de bu hareketlere karşı gerekli tedbirleri alarak, 23 Nisan’ da BMM açılarak çalışmalarına başladı. Anadolu’daki çeşitli ayaklanmalar ve Kuvay-i İnzibatiye birlikleri birçok bölgede yenilgiye uğratıldı. Moralleri bozulan İnzibat birlikleri İstanbul’dan gelen yeni destekle 14 Haziran’da Milli Kuvvetlere karşı taarruza geçti. Ancak harekat başarısızlıkla sonuçlandı. Milli Kuvvetlere yenilen İnzibat birlikleri dağıldı. Zaten gönüllü savaşmayan bu askerlerden birçoğu Milli Kuvvetlere katıldı. Kalanların ise silahları İzmit’te İngilizler tarafından ellerinden alındı. Damat Ferit birkaç defa daha İngilizlere yeni bir kuvvet kuralım dedi ise de, General Milne böyle bir kuvvetin teşekkülünde önce Hükümetin Barış Antlaşmasını imza etmesini istedi. Damat Ferit bir daha yenilmişti.

Hayatını Milli Mücadelenin yok olmasına adamış ve bunu psikolojik bir sorun haline getirmiş olan Damat Ferit, yeni birlikler kurabilmesi ve Anadolu’daki saldırabilmesi için Sevr anlaşmasını imzalaması gerekiyordu. Sevr öyle bir anlaşmaydı ki, anlaşmayı imzalamak üzere Paris'e gelen Türk Heyeti’nin başkanı olan eski Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa'ya anlaşma şartları ilk sunulduğunda: "Bu barış şartları bağımsız bir devlet kavramı ile kesinlikle bağdaşmaz!" diyerek Paris’i hemen terk etmişti.
Ahmet Tevfik Paşa'nın geri dönmesi üzerine İstanbul Hükümeti, Damat Ferit Paşa başkanlığında ikinci bir heyet gönderdi. Eski Maarif Nazırı (Milli Eğitim Bakanı) Hadi Paşa, Şura-yı Devlet (Danıştay) eski reisi Filozof Rıza Tevfik, Bern Sefiri (elçisi) Reşat Halis'ten meydana gelen bu heyet Paris'e giderek, 10 Ağustos 1920'de Sevr Antlaşması'nı imzaladı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti bu antlaşmayı tanımadı. Meclis "Misak-ı Millî"ye yemin ederek, Türk topraklarının parçalanmasına müsaade etmeyeceğini tüm dünyaya ilân etti. Bu durum umutla beklenen Kuvay-i seferiye ile ilgili girişimlerinde sonu oldu. Böylece Damat Ferit’in politikaları bir kez daha iflas etmişti. 16 Ekim 1920’ de Damat Ferit Hükümeti istifa etti.

Anadolu’da hiç sevilmeyen Damat Ferit, Millî Mücâdelenin zafere ulaşması üzerine, 21 Eylül 1922' de Avrupa’ya kaçtı. 6 Ekim 1923’te Fransa’nın Nice şehrinde öldü. İşgal Kuvvetlerinden daha fazla vatanına düşman, bu kişinin hiç çocuğu olmamıştır .Mediha Sultanın ilk eşinden olan oğlu Abdurrahman Sami’ yi oğlu kabul etmiş ve mirasını ona bırakmıştır. A. Sami’den olan torunu Fethi Sami BALTALİMANI ise Londra’da 97 yaşında vefat etmiştir. Fethi Sami Beyin kızı Leyla Mediha İngiltere’de yaşamaktadır.

Not: Sayın Doç Dr. Adnan Sofuoğlu’na yaptıkları çalışmalarla bize ışık tutmaları ve bu yazıyı yayınlamamızda ana kaynak olmaları nedeniyle teşekkürü bir borç biliriz

Kaynakça

Adnan Sofuoğlu; ‘’ Damat Ferit Paşa Hükümetinin Milli Mücadele’ye karşı Girişimleri ve son olarak Kuvay-ı Seferiye adıyla yeni bir askeri birlik oluşturma çabaları ‘’ T.C. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara
Ergun HİÇYILMAZ; http://www.turksolu.org/
Perihan Korkmaz; Damat Ferit Paşa ailesi ile ilgili haberi
http://tr.wikipedia.org/wiki/Damat_Ferit_Pa%C5%9Fa

28 Ağustos 2007 Salı

Ekonomik Krizler ve Dolar Artışı

Ağustos ayından itibaren başlayan ve hafta sonuna doğru azalan, hafta başı ise hızlanan bir ekonomik kriz ile karşı karşıyayız. Her ne kadar ülkemizi çok fazla etkilemese de ( finansal bir oyuncu olmayan normal vatandaşları ) dünyadaki birçok kişi ve kurum etkilenmiştir. Ülkemizde ise olumlu görülmüş, Merkez Bankası dolar satar hale gelmiştir. Hafta sonu ise dolar 1.42’lerden, 1.36’lara kadar düşmüştür.

03 Mayıs 2007 tarihinde yazdığım ‘’ Sihirli bir söz aklımda ‘’ adlı makalemde ‘’ gün gelmeden aklımda demeniz gerekir ‘’ diyerek bu krizlerin her zaman olabileceğini söylemiştim. Bu kriz ülkemizin ekonomik etkenlerinden değil tamamıyla dış piyasadaki fon ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Peki ABD de oluşan fon açıkları doları neden artırmaktadır, ülkemizde bir kriz olduğunda YTL düşerken yani zayıflarken Amerikan doları bunun tam tersi olarak neden artmaktadır. Bunun iki ana nedeni vardır Küresel sermaye ve EURO’ nun, dolara kotasyonudur.

Özellikle 1990’lardan itibaren hızlanan küresel sermaye birçok ülkeye sermaye aktarımı yapmıştır. Bu aktarımın ana kaynağı da Amerikan çıkışlıdır. Burada sermayenin Amerika’dan çıkması demek Amerikan sermayesinin çıkması olarak değerlendirmemek gerekmektedir. Örneğin Japonya Amerika’ya çok fazla ihracat yapan bir ülkedir, ancak, bu ihracatın bedelinin büyük bir kısmı Amerikan finans piyasalarında kalmaktadır. Bu Avrupa içinde hatta dünya içinde böyledir. Bu nedenle Amerika da ortaya çıkacak bir kriz diğer ülkelerde hemen yansıyacak ve dünyada büyük bir buhrana neden olacaktır.

İkinci olarak Avrupa, II. Dünya Savaşı sonrası 1944 yılında Bretton Woods anlaşması ile çıkaracakları milli paralarını dolara endekslemişlerdir. Merkez bankalarında bulunan dolar oranında milli para çıkartma eğilimi nedeniyle, dolarda oluşacak bir sorun Avrupa’yı da etkileyecek hatta krize götürecektir.

Amerika son dönemde, özellikle de Irak Savaşının maliyetleri nedeniyle sürekli olarak bir kriz içerisindedir. Doların bütün müdahalelere rağmen değer yitirmesi ve Amerikan bütçesinin büyük oranlarda açık vermesi, şu an için ötelenen bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Ben bu durumu evin hamarat! Kızının süpürdüğü tozları halının altında biriktirmesi olarak görmekteyim, bu birikintiye basmamak için çevresini dolaşanlar bir gün yanlışlıkla ya da artık yeter diyerek bu halıya bastığında o ev toz içinde kalacaktır. O evin temizlenmesi ise o kadar kolay olmayacaktır.

Şu anda tüm dünya Amerika’ya bir şekilde bağlanmıştır ve zorunlu olarak bu krizleri üstlenmeye çalışmaktadır. Aynı gemide olmanın verdiği etkiyle Amerika’yı her seferinde kurtaran dünya, bu duruma ne kadar dayanacağı ya da buna ne kadar gücü yeteceği de düşünülmesi gereken bir konudur. Aslında bazı hesaplar da yapılmaktadır.

26 Ağustos 2007 Pazar

Devletlerde Ağabeylik

Medeniyetler kuran kavimler, çevrelerindeki akrabalarını ve bu akrabalığa sıcak bakan kavimleri çevresine toplayarak İmparatorluklar kurmuşlardır. Bu İmparatorluklar sırasında işgal edilen topraklarda başka kavimlerde yaşamakta olup, bunlara yapılacak zulüm ya da iyilik bu imparatorluğun yaşam süresini uzatmış ya da kısaltmıştır.

Bazen kurulan medeniyetlerde akraba iki medeniyet aynı büyüklüğe ulaşmış, biri diğerini abi kabul ederek sırt sırta çalışmışlar ve bugün tarihteki yerlerini almışlardır. Büyük Timur İmparatorluğu da bunlardan biridir. Ankara savaşında Yıldırım Beyazıt’ı yenerek Osmanlı Devletini Fetret Devri’ne götüren olayları yaşatan adam, her Osmanlı Tarihçisinin lanet okuduğu adam neden Müslüman ve Türk iki devlet savaşmış ve Osmanlıyı Fetret Devrine sokmuştur. Konu ağabeyliktir.

Timur, Sultan II. Murad Han'ın 1441 yılında yazdığı bir nâme ile kendisini Büyük Türk Hakanı olarak tanıdığını ve tâbi olduğunu bildirdiği âlim hükümdar Şahruh'un babası; şair hükümdar Hüseyin Baykara'nın ve bu gün Ay'ın en geniş kraterlerinden birine adı verilen Ay atlasında Türk adını bulunduran ünlü astronom Uluğ Beğ'in dedesidir. Osmanlı Devleti batıda savaş verirken, Timur Orta Asya’da hüküm sürmüş ve İran’a kadar gelmiştir. Timur, İran seferinde, Şehname'nin yazarı ünlü şair Firdevsî'nin mezarına giderek, "Kalk, kalk da, her satırında kötülediğin mağlup Türk'ü şimdi gör!" demiştir.

"Biz ki Mülük-i Turan, Emir-i Türkistan'ız:
Biz ki Türk oğlu Türk'üz;
Biz ki milletlerin en kadîmî ve en ulusu
Türk'ün başbuğuyuz!..."

Mısralarını yazan bu komutan neden Ankara Savaşına girişmiştir. Bunun nedeni ağabeyliktir. Abi gelmiş ve 600 yıla yakın hüküm sürdürecek Osmanlı Devletini revize etmiştir. Bu revizyon yaşanmasaydı Osmanlı Devleti bu kadar uzun süre yaşamını devam ettiremezdi. Bunun en bariz örneğini yendikten sonra yanına aldığı Yıldırım Beyazıt ile birlikte İzmir’e kadar ulaşan Timur, kendinden neden sorusunu arayan Yıldırım Beyazıt’a dönerek, ‘’ Sen Müslüman ve Türk bir hükümdarsın, neden bir yabancı ile evlendin? ‘’ diye sorar ve sofrada Prenses Olivera’ ya sakilik yaptırarak Yıldırım Beyazıt’a en acı dersini verir. İşte ağabeylik budur. Bazen bu dersler çok büyük zayiatla olabilir ama keşke Kanuni Sultan Süleyman döneminde de bir abi çıksaydı da tarih kırılma noktasına girseydi.

Hükümetin geçen haftaki yazdığım yazıda son icraatını yazmıştım. Orada AB bağırmasına ve paniğe kapılmasına rağmen, Türkiye’nin Azerbaycan, Moğolistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan’ a uygulanan vizeyi tek taraflı olarak kaldırdığını yazmıştım. Televizyondan Özbekistan’dan yapılan yayında Haftada 4 sefer THY, 3 seferde Özbek Hava yolları sefer yapmasına rağmen yer bulunmadığı ve yaşlı bir adamın sıra bekliyorum, bende oraları göreceğim diyerek gözyaşları döküyordu, işte ağabeylik budur.

Sadece bu da değil, Balkanlarda TİKA kanalıyla yapılan çalışmalar, Balkanlarda ağabeylerinin geldiğini göstermektedir. TİKA tarafından yapılan MOSTAR köprüsü, Hırvat topçuları tarafından başta minaresi olmak üzere yıkılan Ulu Camii, Gorazde de tam teşekküllü hastane ve bu hafta resterasyonuna başlanacak olan Sokullu Mehmet Paşa Köprüsü, ağabeyliğin en güzel örneğidir. Bizden herkes ağabeylik bekliyor, ne yapalım, bu sorunun en güzel cevabını halkımız zaten veriyor.
Saygılarımla;

TİKA: Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı
TİKA, Avrupa, Asya ve Afrika olmak üzere, 3 kıta ve 37 ülkede görev yapan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yegane ‘’Teknik Yardım Kuruluşu” dur.
Görevleri:
Gelişme yolundaki ülkelerin kalkınma hedefleri ve ihtiyaçlarını da göz önüne alarak, ekonomik, ticari, teknik, sosyal, kültürel ve eğitim işbirliği ve yardım konularını belirlemek ve bu amaçla gerekli proje ve programları hazırlamak veya özel kuruluşlara hazırlatmak,

19 Ağustos 2007 Pazar

Biz MANDA’ mıyız

AB’ den yine bunu yapmayın, şunu etmeyin, bunu bana verin türünden istemler yeniden hız kazanmaya başlamıştır. Bu güne kadar Ülkemiz lehine hiçbir karar çıkartmayan, hakkımız olan konularda ve AB fonlarından almamız gereken paraları dahi ödemeyen ( bazı yatırımlar hariç! ) AB yine bizlere direktifler vermeye devam etmektedir.

Kurtuluş Savaşı başlangıcında yapılan kongrelerde sürekli olarak dile getirilen ve Gazi Mustafa Kemal’in kesinlikle karşı çıktığı Manda Yönetim Sistemi günümüzde yavaş yavaş hayata geçirilmek istenmektedir. Nedir Manda yönetimi; I. Dünya Savaşı sözde galipleri, Wilson ( zamanın ABD Başkanı ) Prensipleri uyarınca, fiilen kendi topraklarına katamadıkları yerleri, söz konusu yerlerin kendi kendilerini yönetemeyeceği gerekçesiyle Milletler Cemiyeti adına bölerek vesayet altında tutup sömürgeleştirme temeline dayalı bir sistemdir. Bu sistemde kendinden hiçbir şeyi vermeyen vasi devlet, manda devletten ise her türlü eylemi yapma ya da yap diyerek yönetmektedir.

Eğer bir ekip çalışması, birliktelik ya da amaç birliği varsa bir sorun yok, ancak sen AB’ nin bel kemiği iki devlet olan Almanya ve Fransa olarak ben seni kabul edemem, halkımı referanduma götürürüm diyerek bizim üyeliğimize karşı çıkıyorsun, yani almam mümkün değil diyeceksin, sonrada dönüp bunları yapmayın diyerek emir ve direktiflerle beni yönetmeye kalkacaksın; bu birlik falan değil resmen Manda Yönetim Şeklidir.

1990 yılında Sovyetler Birliğinin yıkılması ile bağımsızlaşan Türk Cumhuriyetleri, ülkemiz ile sıkı bağlar oluşturmak istemiş ancak belli nedenlerle bu gerçekleşmemiş hatta giriş vizeleri konularak ve AB’ nin kıstaslarından dolayı direkt ithalat şansı bile bırakılmamıştır. En son bunu yapamazsın dediği konu bu vizelerin kaldırılması ile ilgilidir.

Türkiye’nin Azerbaycan, Moğolistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan’ a uygulanan vizeyi tek taraflı olarak kaldırılmıştır. Bunu duyan Avrupa Komisyonu gözlemcileri, bu durumun AB’ ni rahatsız ettiğini ve AB adaylığı sürecindeki Türkiye’nin üçüncü ülkelere vize uygulama veya vizeyi kaldırma konusunda AB kriterlerine uyması gerektiğini belirtmiştir. Bakın vasilerimizi nasıl rahatsız ediyoruz, bu hükümette hiç utanmıyor, sen nasıl vasilerini rahatsız edebilirsin. Komisyon ayrıca konuyu titizlikle incelediği ifadesi yer almaktadır. Bu titizliği bizim AB girişimin olumlu yönlerinde görülmemesi de bir soru işaretidir. AB daha da ileri giderek, AB’ nin ‘’ olumlu ‘’ listesinde bulunan ülkelerin vizesini de kaldırmasını Türkiye’den talep etmiştir.

Değerli okuyucularım, Millet olarak bu olaylardan yorulduğumuzu düşünüyorum; bir yandan bizim sizi almamız mümkün değil diyerek hem sözlü hem de olması gereken safhaları kapan AB öbür yandan bunu yap, bunu yapma diyerek bize Manda gözüyle bakması her kesimi rahatsız etmektedir. Karar Yüce Halkımındır.

Saygılarımla;

9 Ağustos 2007 Perşembe

ORDUMA DOKUNMAYIN

1908 yılında Avrupa’nın bir ülkesinde bir araya gelen adamlar artık dünyanın değişmesi gerektiğine karar verdiler. Büyük hantal devlet yapılarının orta boy devletlere, 100 sene sonra da orta boy devletlerin, küçük devletçiklere dönüştürme planını kabul ettiler; üçüncü aşamada ise bu küçük devletlerin bir araya geldiği Federe Devlet Sisteminin kurulması kararını bu toplantıda aldılar.

1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı, birçok ölümün, yıkımın olduğu bir savaş olmasının yanı sıra, büyük devlet konumundaki Alman, Osmanlı, Rus ve Avusturya - Macaristan İmparatorluklarının bitişine de neden olmuştur. Özellikle Avrupa da birçok yeni etnik kökene dayalı devletler oluşturulmuş, Ortadoğu’da ise Osmanlı / Türk düşmanlığı ile tanınan Bedevi çapulcuları kral ilan edilerek, ellerindeki cetvelle bunlara ülke sınırları çizilmişlerdir.

Birinci aşamanın tamamlanması ile ikinci aşamaya geçilmiş, 2000’li yılların başında orta büyüklükteki devletler daha etnik guruplara bölünerek küçük devletçikler haline getirilmiştir. Avrupa da bunun en güzel örneği, Yugoslavya adı altındaki ülkeden 6 – 7 devletçik çıkmasıdır. Ortadoğu’da ise Irak bu konuda örnek olarak oluşturulmaktadır. Bileşmiş Milletler Kurumu yerine, 1941 yılında dillendirilmeye başlanan Avrupa Federasyonu, Ortadoğu Federasyonu, Asya Federasyonu vb. adlar altında küçük devletlerin oluşturduğu bir federasyon birlikleri, hem askeri hem de ekonomik açıdan daha rahat yutulur lokma haline dönüştürülecektir.

Ancak, özellikle kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal’ in her türlü egemenlik ve mandaya karşı durması, kısacık ömründe, beklenenin aksine ondan sonra gelenlerin yaptığı gibi harap bir ülke aldık vb. sözler söylemeden ve yaşam desteği aramadan ekonomik ve askeri örgütlenmesi, bu kişilerin oyunlarını belli süre bozmuştur. Mustafa Kemal bilmektedir ki, bir ülkenin bağımsızlığı önce askeri güçten sonra da o ülkenin ekonomisinden geçmektedir.

Ordumuz, dünyanın bu büyüklükteki en dinamik ve güçlü ordusudur. Şahsım da dahil olmak üzere binlerce muvazzaf, yedek subay ve erler savaşma teknikleri, gerçek merminin sesi ve gelişi, askeri stratejileri, tatbikatlar da değil gerçek savaş alanlarında görmüşlerdir. Bu dinamik yapı planların bozulmasına neden olmuştur. Ancak şu unutulmasın ki 1908’ de toplanan gurup hiçbir zaman ve oluşan ne tür zorluk ne olursa olsun bu planlarından vazgeçmeyecekler ve yeni planlar oluşturacaklardır.

Yeni plan nedir. Yeni plan Türk Ordusunu içten ve dıştan oluşturacakları kişi ve kurumlarla yıpratma operasyonudur. Belli bir gurubu çıkarsak, Ordumuza halkımız her zaman destek vermiş ve onu kendinden ayırt etmemiştir. Şunu iyi görmek gerekir, hiçbir kurum halktan destek almadıkça başarılı olması mümkün değildir. Bu legal ordu da olabilir, terör örgütü de olabilir. Halk desteği, bu sihirli kelimenin bilincinde olan kişiler, öncelikle halktan ordunun kopartılması gereğine dayanarak, ordumuz ile halkımızın arasını açma eylemi içerisindedirler.

Sayın Yaşar BÜYÜKANIT’ ın Genel Kurmay Başkanı olması ile başlayan bu süreçte, Sayın BÜYÜKANIT ile ilgili birçok internet sitelerinde çeşitli olumsuz yayınlar yapıldı, ihtilal söylentileri ise dozu artıran ve ayrımı hızlandıran bir kavram oldu.

Değerli okurlarım, şunu iyi bilmek gerekir ki, ister ordunun içinden, isterse dışarıdan yapılan her türlü ayrıma meydan vermeyin, bu ordu bizim ordumuzdur, o komutanlar bizim insanlarımızdır ve parçalanmamız ve bölünmemizi önleyecek yegane güç önce sizde, sonra da ordumuzdadır. Ordumuza sahip çıkalım, bu durumu hükümette görmüş ve verdiği demeçlerle ayrımı önlemeye çalışmaktadır. Bizlerde aynı kararlılıkla karşıdaki güçlerin önünde ordumuz ve millet olarak kol kola duralım.

Saygılarımla;

28 Temmuz 2007 Cumartesi

SEVR ANLAŞMASI

Seçime iki gün kala Leyla Zana’ nın yaptığı bir konuşma her ne kadar belli yayın oranlarında ses getirse de seçimler nedeniyle çok fazla üzerinde durulmamıştır. Bu durum iki günlük bir mevzu değildir. Bağımsız eyalet olma hakkı konusunda Sevr anlaşmasının 62 ve 64’ üncü maddelerini dayanak gösterilerek, bu guruba yakın internet sitelerinde sürekli olarak dile getirilmektedir.

Sevr anlaşması görüşüldüğü dönemde, belli konular netlik kazanılmış, Ermeniler, Rumlar istediklerini almışlardı, ancak, asıl konu Doğu Anadolu Bölgesinde oluşturulacak bir Kürt Devleti konusunda Ermeni topraklarının da bir kısmının gitmesi nedeniyle tam bir görüş birliği sağlanamamıştır. Ancak, bu durumu bir yıl gibi bir süre ertelenerek, gelişmelere göre ve kesinlikle doğuda bir Kürt devletinin kurulması konusunda fikir birliğine varılmıştır.

10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr Antlaşması’nın 62 ve 64. maddelerinin bulunduğu kesimin başlığı ‘’Kürdistan”dır. Sevr Antlaşması’nın 62. maddesinde şöyle yazar; “Fırat’ın doğusun da, ileride saptanacak Ermenistan’ın güney sınırının güneyinde ve Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini işbu Antlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde, İstanbul’da toplanan ve İngiliz, Fransız ve İtalyan Hükümetlerinden her birinin atadığı üç üyeden oluşan bir Komisyon hazırlayacaktır.” 62.maddede sağlanması öngörülen düzenleme “yerel özerklik” tir; “eyalet” bile değildir

64. maddenin ilk fıkrası ise şöyledir: “İşbu Antlaşmanın yürürlüğe konuşundan bir yıl sonra, maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Konseyine başvururlarsa ve Konsey de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse, Türkiye, bu tavsiyeye uymağı ve bu bölgeler üzerinde bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeği, şimdiden yükümlenir.” Burada da açıkça görülmektedir ki, biz istersek bu devleti kurdururuz. Ama şimdi Ermenistan ile Pontus Rum Devleti arasındaki toprak sorununu halletmemiz gerektiğinden bunu bir sene sonraya erteliyoruz demektedirler.

Sevr Antlaşmasını kabul etmeyeceğini, Anadolu da yeni bir devletin var olduğunu beyan eden Ankara Hükümeti ve önderi Mustafa Kemal, bu oyunu bildiklerini ve kabul etmeyeceklerini söylemişlerdir. Bunun üzerine başlayan, Yunan işgali ve ülkenin kurtuluşu, burada öne çıkan konu Lozan Antlaşmasıdır. Lozan Antlaşması, Sevr’in ertelenme antlaşmasıdır; yani kazanmanız bir şey ifade etmez, Sevr’in gereklerini zaman içinde biz sizden tek tek alırız denmektedir. Bu konuşmanın Lozan antlaşma görüşmeleri sırasında İsmet İNÖNÜ’ ye söylendiği de anlatılmaktadır.

Leyla ZANA’ nın ben görüşümü bildiriyorum, bu konuşma 5 – 10 sene sonra bu da iktidarın tutumuyla ortaya çıkacak bir süredir, kısalabilir de, uzayabilir de, bu gerçekleşecektir demektedir. Konuşma sırası yeni kurulacak olan hükümettedir. Genç ve sıkıntılı Ankara Hükümeti ve değerli Meclisin ortaya koyduğu gibi bu Sevr maddelerini ret mi edeceksiniz yoksa kabul mü edeceksiniz. Ancak, bir düşünüyüm, cevap yok, ışıklar kesikti çalışamadım hocam gibi şıklar yoktur. Ya A şıkkı ya da B şıkkı, cevabı siz verin, yoksa halk artık sıkılmıştır!

20 Temmuz 2007 Cuma

Öss Tercihleri ve İstihdam



Seçim çalışmaları sonucunda ortaya çıkacak yeni hükümetin önündeki en belli başlı sorunlardan bir tanesi de istihdamdır. Dünyaya baktığımızda işsizlik yani istihdam sorununun sadece bizde değil tüm dünyanın ortak sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçinecek kadar bir gelire sahip olmak her vatandaşın arzusu ve hükümetin görevidir.
Ülkemizdeki işsizliğe bakıldığında tezat bir yapının olduğu görülmektedir. Örneğin, bazı alanlarda arzın çok fazla olduğu görülürken, ziraat mühendisliklerinde olduğu gibi bazı alanlarda ise sağlık gurubunda olduğu gibi talebin az olduğu görülmektedir. Bunun en büyük nedeninin ÖSS tercihleri sırasında yapılan seçmelerden kaynaklandığı görülmektedir.

Her ailenin çocukları okusun, geliri olsun düşüncesindedirler, ancak, bazen belli bir puana ulaşmış gencin bir üniversiteye yerleşemediği görülürken, bazısının da ondan daha az puan almasına rağmen bir üniversiteyi kazandığı görülmektedir. Burada yapılan tercih hatalarına en bariz örnek geçen sene ÖSS de barajı aşmış sondan 47. sıradaki öğrencinin bir yere yerleşmesidir, peki ne yapmak gerekmektedir.

Tercih yapacak aile ve öğrenci önce ben hangi branşı tercih edeceğim sorusunun cevabını bulmalıdır. Örneğin ben sağlık sektöründe çalışmak istiyorum, bunun cevabını verdikten sonra sağlıkla ilgili doktorluktan başlayarak biyolojiye kadar uzanan bir tercih listesi oluşturmalıdır. Tıp Fakültesi, Diş Hekimliği Fakültesi, Eczacılık Fakültesi, Fen Fakültesi gibi bölümleri tarayarak puan durumuna göre tercihler yapmalıdır.

Sayın velilere bir başka tavsiyem, iki yıllık yüksekokulları da göz ardı edilmemesidir.. Günümüzde ara eleman yetiştiren birçok yüksekokul iş bulma açısından fakültelerin çok üzerinde olduğu bilinmelidir. Ayrıca, dikey geçiş sınavları ile fakültelere devam şansı, hiç olmaz ise açık öğretime devam ederek lisans diploması alma şansı vardır. Geçen sene okulumuzun seramik bölümünden iki öğrenci okulu bitirdikten sonra, girdikleri sınavı kazanmış ve seramik mühendisliğinin 3. sınıfından devam etme şansını yakalamışlardır. Burada da sihirli kelime branş seçimidir. Onu da yaz bunu da yaz ile başarıya ulaşma şansı yoktur. Burada çocuklarınızın yeteneği ve isteği de önemlidir. İstemediği bir branşı sırf isminden dolayı yazdırmayın, bırakın istedikleri ve ilgi duydukları alanı tercih etsinler.

Tercihler sırasında bir diğer göz önüne alınacak konu ikinci öğretimdir. Günümüzde ikinci öğretimler gece eğitiminden öte öğleden sonra başlamaktadır ve birçok alanda boşluklar olmaktadır. Belki harç ücretleri biraz yüksektir, ancak tercih sırasında boşluklar olduğundan çocuklarınızın istediği bir bölümü kazanma şansları da vardır. Sağlık branşını isteyen bir öğrenci, Atatürk Üniversitesi Fen Fakültesi biyoloji bölümü ikinci öğretimini kazanma şansı geçen sene vardı. Geçen sene bu bölümde 30 a yakın kontenjan boş kalmıştır. Biyolok olarak çalışma şansı vardır ve istihdam açısından açık bir branştır.

Değerli veliler, çocuklarının istekli olduğu bir branş tercih edin, bu branşın türevlerini de yazın ve ikinci öğretimi göz ardı etmeyin. Saygılarımla.

14 Temmuz 2007 Cumartesi

KURAKLIK VE DAMLAMA SULAMA SİSTEMİ

Dünyanın hızla su kaynaklarını yitirmesi, su kaynakları konusunda en şanslı ülkelerden biri olan ülkemizi de etkilediğini ve su kaynaklarımızın yavaş yavaş kurumaya başladığını görmekteyiz. Özellikle de bu yıl bu durum kendini iyice hissettirmeye başlamıştır. Bu hafta gezdiğim bölgelerde, Burdur Gölü, Sadra Gölü ve Titreyen Göl’ de su seviyesinin belirgin derecede azalma olduğunu gözlemiş bulunmaktayım.

Hükümetin bu kaynakların belki de hiç gelmeyeceğini düşünerek belli tedbirler aldığı ve sulama konusunda yeni bir düzenlemeye gidildiği görülmektedir. Bu tedbirlerin başında bundan sonra ister yeraltı ( kuyu ) isterse akarsu kaynaklarından kullanım olsun, DSİ bu konuyu sıkı tutacağı ve izni olmadan kesinlikle bu kullanıma izin vermeyeceği yönündedir. İkinci olarak açık kanal sistemi çok kısa sürede 3 – 4 yıl içerisinde, bu sistemden vazgeçileceği ve tüm açık sulama kaynakları yeraltına alınacaktır. Bu sayede buharlaşmadan kaynaklanan su kaybı önlenmeye çalışılacaktır. Ayrıca damlama sulama sistemine de geçilme kararı alınmıştır.

Damlama sulama sistemi, hem toprağın çölleşmesi ( tuzlanma ) hem de yabani bitkilerin bahçeye verdikleri zararı önleme açısından çok önemlidir. Su kaynakları açısından bakıldığında ise sulamada kullanılması gereken suyun çok fazlası kullanılarak zaten gittikçe azalan suyun boş yere kullanılmasını önlemeyi amaçlanmaktadır. Bu amaçla 03 Mayıs 2007 tarihli ve 26511 sayılı Resmi Gazete de yayınlanan 2007 / 12012 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile DAMLAMA SULAMA YAPACAKLARA ÜCRETSİZ KURULUM OLANAĞI VERİLMİŞTİR.

Mayıs ayında çıkan bu karar göre, çiftçi Ziraat Bankasına giderek damlama sulama yapacağını beyan etmekte, banka araziyi incelemesi sonucu olur verdiğinde, anlaşmalı firmalara proje çizdirilmekte, bankanın projeyi onaylaması ile birlikte, yapım aşamasına geçilmektedir. Projenin uygunluğunu banka denetledikten sonra, proje ücreti ilgili firmaya ödenmektedir. Burada çiftçiden hiçbir para çıkmamaktadır. Çiftçi borçlanmamakta ve geri ödeme söz konusu olmayacaktır. Ancak, proje 5 yıllık bir teminat ile yani, satmayacağım, tarla sahibinin ölümünde bu proje devam edecek vb. bir teminat alınmakta ve çiftçiyi destekleme primi teminat olarak görülmektedir. Bu proje 5 yıllık garanti kapsamında olup her türlü çalışmama, bozulma ve kırılma gibi durumlarda uygulayıcı firma değiştirme garantisi vermektedir.

Antalya’da bu konuda görüştüğüm çiftçiler biz tarım il ve ilçe müdürlüklerine gittik ama böyle bir projenin olmadığını söylediler demektedirler. Bu konuda bölgemizde bu tip şikayetler de gazetemiz aracılığı ile bana ulaşabilirler, ben Bakanlar Kurulu Kararı ve Ziraat Bankası tarım kredileri ile ilgili kararı ilgili kişilere göndereceğim.

Değerli çiftçilerimiz, klasik sulama sistemi bitmektedir. Yeni sistem için bu olanağı kullanmanızı ve ileride zorluklar yaşamamanız için bu sistemi değerlendirmenizi rica ediyorum. Bu hem bizim hem de gelecekte çocuklarımız için çok önemlidir.

22 Haziran 2007 Cuma

SAĞLIKTA YENİ BİR DÖNEM

Sosyal Güvenlik Kurumu ( SGK ) tarafından hazırlanan tebliğ ile Anayasa Mahkemesi tarafından kısmen iptal edilen Sosyal Güvenlik Reformu’nun, yasal düzenlemeye gerek olmayan kimi hususları hayata geçirilmiştir.

Bu tebliğ ile SSK, Bağ – Kur ve Emekli Sandığı kapsamında bulunan sigortalılar için uygulama birlikteliği getirilmiştir. Bu tebliğ kapsamında sigortalılar, üniversite hastaneleri dahil, sözleşmeli tüm sağlık tesislerinde doğrudan müracaat etme olanağı ortaya çıkmıştır. Eski uygulamada Emekli Sandığı mensupları üniversite hastanelerine doğrudan müracaat ederken, SSK’lılar devlet hastanelerinden sevk alarak, Bağ – Kur’lular ise üniversite hastanelerine müracaatları sonucu tedavilerini yaptırıp ödemeleri yapmakta ve bu faturayı Bağ – kur’a göndermekteydiler. Bu sırada doğacak fatura farkları sigortalıdan alınmakta idi, bu tebliğle bu uygulamaya son verilmiş oldu.

Kurum sağlık yardımı alan kişiler, acil durumlarda, kurumun sözleşmesi bulunmayan yerlerde de tedavi olma ve bu kurumu tarafından bu bedellerin ödenmesi uygulaması da getirilmiştir. SSK’lılar, sağlık kuruluşlarına başvurularında, Sağlık tesislerine işverence düzenlenmiş vizite kağıdı, sağlık karnesi ve resmi kimlik belgesinin üçü ile birlikte müracaat etmeleri gerekmekteydi, yeni uygulama ile SSK’lılar sağlık tesislerine yukarıda yazılı üç belgeden biri ile gitme olanağı tanınmıştır.

RAPORLU İLAÇ TEMİNİ

SGK bu tebliğle hastane ve sağlık ocaklarındaki yığılmayı da önlemek istemektedir. Bu kuruluşlara gelen hastaların yarıya yakını sürekli olarak aldıkları ilaçları yazdırmak için gelmekte ve bir sıra yükü oluşturmaktadır. Yeni uygulama ile tansiyon, Şeker hastaları gibi uzun süre ilaç kullanması gereken hastalar için buralarda bekleme uygulamasına son verilmiş, bu kişilere sadece bir kez rapor ve reçete düzenlenerek, 2 yıl boyunca hastalar yeni reçete yazdırmadan eczanelere başvurarak üçer aylık miktarda ilaçlarını alabileceklerdir. Bu durum muayene olması gereken hastaların daha az beklemesine ve doktor ve çalışan sağlık personelinin de iş yükünün hafiflemesine neden olacaktır.

AMBULANS HİZMETLERİ VE İLAÇ KATKI PAYI

Tüm sigortalıların ambulans hizmetleri ister şehir içi, isterse şehir dışı olsun ödenecektir. İlaç katılım payı SSK kapsamında olanların aylıklarından kesilecektir. Daha önce eczaneler ödeme yapılmaktaydı. Diğer kişiler ise eczanelere ödeme yapmaya devam edeceklerdir.

SÜNNET BEDELLERİ

Koruyucu sağlık hizmeti amacıyla yapılan yeni düzenleme ile sözleşmeli sağlık tesislerinde yapılan sünnet giderleri sağlık kururlu raporuna gerek olmaksızın ödenecektir. Önceki uygulamada, bedeller sağlık kurulu raporu ile tıbbi gerekliliğin belgelenmesi durumunda ödenmekteydi.

Sağlık kurum ve kuruluşları hastaya verdikleri hizmetleri gösterir faturaları hem hastalara hem de MEDULA sistemi üzerinden SGK taşra teşkilatına ulaştırılacaktır. Bu sayede kime ne tip bir tedavi uygulandığı hemen görülebilecektir. Özellikle ilaç alımında geçilen sistemin bir benzeri olan bu sistemde farklı fiyatlandırma ya da yapılmayan tedavi masraflarının devlete yüklenmesinin önüne geçilecektir. Bu amaçla yaptırım cezası da getirilmiştir. Muayenesi yapılmadan SGK faturalandırma yapılması durumunda 10.000 YTL. ve Sağlık Bakanlığınca yasaklanan ilaç ve tıbbi malzemelerin verilmesi, kullanılması veya bozuk, zamanı geçmiş ilaç, kan ve kan birleşenleri, malzemeleri verilmesi - kullanılması durumunda 50.000 YTL para cezası uygulanacaktır.

Sistemdeki bu değişimin en önemli denetçisi sağlık hizmetini alan kişiler olmalıdır, imzalatılan belgenin denetlenmesi ve aldığı hizmetin doğrulunu denetleyerek devlete yardımcı olmamız gerekmektedir. Toplumumuz, sizler yardımcı olursanız insanca yaşama hakkımız verilmeye devam edecektir, yeter ki bizlerde yardımcı olalım.

4 Haziran 2007 Pazartesi

Bilecik Üniversitesi İnşaatı Başladı


28/05/2007 tarihi itibariyle Resmi Gazetede yayınlanması ile yürürlüğe giren Bilecik Üniversitesi, Kurulmuş oldu. Resmi Gazeteye göre;

Bilecik Üniversitesi

EK MADDE 81 – Bilecik’te Bilecik Üniversitesi adıyla bir üniversite kurulmuştur. Bu üniversite;

a) Rektörlüğe bağlı olarak kurulan Fen-Edebiyat Fakültesi, Mühendislik Fakültesi ile Dumlupınar Üniversitesi Rektörlüğüne bağlı iken adı ve bağlantısı değiştirilerek oluşturulan ve rektörlüğe bağlanan İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesinden,

b) Osmangazi Üniversitesi Rektörlüğüne bağlı iken adı ve bağlantısı değiştirilerek oluşturulan ve rektörlüğe bağlanan Sağlık Yüksekokulundan,

c) Dumlupınar Üniversitesi Rektörlüğüne bağlı iken, adı ve bağlantısı değiştirilerek oluşturulan ve rektörlüğe bağlanan Osmaneli Meslek Yüksekokulu, Pazaryeri Meslek Yüksekokulu, Gölpazarı Meslek Yüksekokulu, Söğüt Meslek Yüksekokulu ile Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulundan, Anadolu Üniversitesi Rektörlüğüne bağlı iken adı ve bağlantısı değiştirilerek oluşturulan ve rektörlüğe bağlanan Meslek Yüksekokulu ile Bozüyük Meslek Yüksekokulundan,

ç) Rektörlüğe bağlı olarak kurulan Sosyal Bilimler Enstitüsü ile Fen Bilimleri Enstitüsünden,

oluşur, denmektedir. Buna göre Bilecik ilimiz, İktisadi ve İdari Bilimler fakültesinin yanı sıra, Fen – Edebiyat Fakültesi ile, Mühendislik Fakültesinin de kurulması karara bağlanmış oldu. Ayrıca Yüksek lisans ve ileride doktora çalışmaları içinde Sosyal ve Fen Bilimleri Enstitüsünün de kurulma kararı çıkmış oldu. Anadolu Ajansına verdiğim demeçte de söylediğim gibi Bilecik ilinde yaklaşık 5700 civarında hali hazırda öğrencisi bulunan bir kenttir. Yeni açılacak Fakülte ve bulunan okulların kontenjan artırımı ile birlikte bu sayı çok kısa sürede 10.000’i bulacaktır.

Bu arada ikinci bir müjde de Söğüt ilçesinden geldi, daha önce Dumlupınar Üniversitesi, Söğüt Yüksek Öğrenimi Geliştirme ve Güçlendirme Derneği ile, Söğüt’te konuşlanmış bulunan Söğütsen Seramik A.Ş. ile imzalan protokol neticesinde, hem ilçe halkı hem de ilgili işletmenin desteği ile kurulacak ek bina inşaatı aynı gün başladı. 28/05/2007 tarihi itibariyle Bilecik Üniversitesi Resmi Gazetede yayınlanırken, ilgili firmanın Genel Müdürü Sayın Muktedirbillah SAKİN beyin direktifleri ile ilk kazma bu ek bina inşaatına vuruluyordu. Bu yılın sonuna yetiştirilmeye çalışılan ek okul binası Bilecik Üniversitemizin de ilk binası olma özelliği taşımaktadır.

Değerli Bilecik merkez ve ilçeleri halkı size en az 5.000 misafir daha gelmektedir. Misafiri seviyorsanız artırmak sizin elinizde, davet edin, Türk konukluğunun temayülü misafirliğe gidilirken eli boş gidilmez. Bilecik Üniversitemiz hepimize hayırlı ve uğurlu olsun.

25 Mayıs 2007 Cuma

MORTGAGE

MORTGAGE

Halk arasında sevinçle karşılanan ve kira öder gibi evimiz olacak hayali ile bütünleşen Mortgage ( morgıç ) yasası çıktı. İlk andaki o heyecanın daha sonra bekleme, hadi neredesiniz durumu, bu iş olmayacak herhalde ile devam etti. Bugün ev kredi faizleri 1.60, Akbank’ın son reklamları ile 1.49 olarak görünmektedir.

1.49 – 1.60 arası kredi kullanarak ev almak hele de hiç birikiminiz yoksa hayal demektir. Çünkü bu faizlerle ev almak ömür boyu bu borcu ödemek demektir. Peki bu yasaya bankalar neden tepki göstermedi ve bir ara 1’lere düşen faizler neden hala 1.60’lar da seyretmektedir. Bunun en önemli nedeni, yarın bir kriz olursa ve faizler artarsa bunu kim karşılayacak sorusuna cevap bulunamadığı içindir. Bu borcu Devlete yüklemeye alışmış fakat son olaylarla Devlet akıllandığını düşünen para kurumları, bu riski bir şekilde Devlete yıkmak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Devlet ise bu duruma şu ana kadar yaklaşmış değildir.

Bu sistemi Dünya’da uygulayan ülkelerin başında ABD gelmektedir. Ancak ABD’ ye baktığımızda bu sistemin iflas etiği görülmektedir. Özellikle adını açıklamayacağım bir banka bu sistemle verdiği kredilerden dolayı 50 milyar $ şüpheli alacak durumuna düşmüş ve yapılan itiraflarda bu paranın da alınmasının mümkün olmadığını söylemektedirler. Peki akla şu soru gelmektedir. Ev bankaya ipotekli evi satar parasını alır. Bunun örneğini otomobil finansmanında yaşayan bankalar, bu evi satarak paralarını alamayacaklarını anlamışlardır. Bu duruma düşmüş otomobillerin yok pahasına gittiği, evin ise bu durumdan daha kötü olacağını görmektedirler.

Burada gözlenecek konu Devletin bu riske katlanıp katlanmayacağıdır. Dünya ekonomisine baktığınızda, Dünya ekonomisinin nefes alma noktaları, öncelikle Çin, Türkiye, Brezilya ve Arjantin’ dir. Çünkü bu ülkelerdeki büyümeler Dünya ekonomisini ayakta tutmaktadır. AB’ de büyüme sıfır, ABD % 2 olduğunu düşünürsek yukarıda sayılan ülkelerin sarsılması Dünya ekonomisini felç edecektir. O halde şu anda durum iyi gibi görünmektedir, Ancak bu dinamikler nereye kadar gidecektir, işte fon yöneticilerinin aradığı cevapta burada yatmaktadır.

Bu sistemden yaralanacak kişilerin şunu izlemesinde yarar vardır. Öncelikle bu sistemin riskini Devlet karşılarsa ve ekonomi de tökezleme olursa, Devlet sıkıntıya düşecek ve bundan evi alan şahısta endirekte olsa zarar görecektir. Banka riske katlanacaksa, kriz döneminde ticari kredi alan vatandaşlarımız sonuçlarını görmüşlerdir, aynı durum evi alan kişilere de uygulanacaktır. Yani ya paramı ver ya da evi alırım denecektir. Öyle şey olmaz diyenler yakınında ticari kredi almış konu komşusuna danışabilirler. Ben bekleyip göreceğim.

24 Mayıs 2007 Perşembe

Laiklik ve Antilaiklik

Laikmisin Yoksa Antilaikmi
Ben Griyim
Çok partili döneme geçiş olarak değerlendirilen 1950 yılından itibaren başlayan siyasi kutuplaşma önce CHP’ li, DP’li olarak şekillenmiştir. Zamanla Sağcı ve Solcuya, 1970’ den sonra buna Alevi- Sünni, Türk- Kürt ve Laik – Antilaik ( şeraitçi ) olarak devam etmiştir. Geçiş dönemlerinde bazen iki kavramda birlikte kullanıldığı da olmuştur.

Günümüzün moda ayrımı artık laikmisin antilailmisin olmuştur. O kadar kesin bir kutuplaşmaya doğru gidilmektedir ki gri olma şansınız kalmamıştır. Son dönemde yapılan Cumhuriyet mitinglerinde 80 öncesi bir araya gelmesi mümkün olmayan guruplar aynı mitingde kol kola bayrak sallamaktadır. Artık sadece iki ideoloji kalmıştır. Laik – antilaik

Bu kutuplaşma bize ve ülkemize zarar verecektir. Toplumda çeşitli renkler olmalıdır. Bu renkler sayesinde ülkemiz güzelleşecek ve şekillenecektir. Ben bu bahçede tek ya da iki renk çiçek değil bir çok çiçek görmek istiyorum, ancak çiçek görmek, ot ve diken görmek istemiyorum. Bu bahçenin ot ve dikenleri, Cumhuriyet rejimini değiştirmek ve şerii rejimle yönetilme isteğidir.

Ben iki ot ve dikenin kesinlikle olmasını istemiyorum, onun haricinde her türlü çiçek benim için evladır. Ülkemizin rejimine, toprak bütünlüğüne ve özgürce ibadetini yapabilen ve kimsenin bu konuda karışmadığı bir Türkiye istemekteyim. Bunun karşısında olan her türlü fikir ve düşünceye karşıyım, o nedenle ben griyim, gri beyaz ve siyahın karışımıdır. Topraklarımız üzerinde yaşayan değişik etnik guruplar ve düşünceler yukarıdaki kurallara sadık kaldıkça bu bahçede her zaman yerleri olacaktır.

Ülkeler orduların gücü ile ayakta kalmaktadırlar, askeri gücünü yitiren Devletler, BM’in ne tür kararları olursa olsun ayakta kalmayacaklar ve özgürlüklerini yitirmek zorunda kalacaklardır. Bu nedenle hem içten hem de dışta ordumuza yapılacak her türlü tahribi faaliyet ordumuzun yıpranmasına neden olacaktır ki, özgürlüğümüzün teminatı ordumuzun zayıflaması, bekleyen güçlerin hareketine neden olacaktır. Ordumuzu kendi yanına çekmeye çalışan düşünceler şunu iyi bilmelidirler ki, bu ordu Türk Milletinin ordusudur. Bu ordu ne beyazın nede siyahın yanında yer alacaktır. O bizim bağımsızlık simgemizdir ve kesinlikle yıpratılmaması gerekmektedir. Bu gün laik – antilaik ayrımı ile milletimizi bir birine kırdırmaya çalışan ve yüz yıllardır, halkı bir birine düşüren şer güçler, bu millet sizin oyununuz artık gelmeyecektir. Bu millet sizin oyunlarınız çok iyi bilmektedir.

14 Mayıs 2007 Pazartesi

3.Sandık



Bu hafta yapılan Fransa’ da ki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini sağ kanadın desteklediği ve yaptığı seçim çalışmalarını Türkiye’ nin AB’ ye girmemesi konusunda zeminlendiren, Sarkozy kazanmıştır. Babası bir Macar göçmeni, annesi ise Yunan Yahudi’ si olan Sarkozy artık Avrupa da bir değişimin başladığının en büyük kanıtı olmuştur.

Avrupa Birliği, iki ülkenin Almanya ve Fransa’nın ayakları üzerinde durmaktadır. Her ne kadar İngiltere’ de büyük ortak görünse de EURO geçmemekle ben sizden farklıyım imajını vermiştir. Bu göstermektedir ki Almanya ve Fransa’ nın evet demediği hiçbir karar Avrupa da geçemez ve geçerlilik kazanamaz.

Avrupa’ nın güçlü ayaklarından olan Fransa’ da seçimleri Sarkozy’ nin kazanması ile Türkiye’ nin Avrupa hayalleri ötelenmiş ve başka bir bahara kalmıştır.. Bunun Türkiye’ de ne kadar etkisi olmuştur diye düşünenler için iki şık ortaya çıkmaktadır. Ne olursa olsun aman Avrupa’ ya girelim diyenler için çok üzücü olmuştur, ama onlar yine bu kapıyı zorlamak için ya da bazı yaptırımları sürmesi için yine Avrupa diyeceklerdir. Halk için ise?

Ben cevabı biliyorum ama bunun en güzel cevabını yine halk verecektir. O halde gelin halka soralım. Cumhurbaşkanını halka soran, Başbakanın kim olacağını halka soran siyasi kesim, bir sandık daha koyarak, AB ‘ ye girip girmemeyi de halka sorması gerekmez mi, sonuçta bu durumdan en çok etkilenecek kesim halk değil mi, Sarkozy’ nin deyimiyle Türkiye Avrupalı değildir, Asyalıdır. Kürt sorunu da Asya’ nın sorunudur, Avrupa’ nın değildir; diyorsa bizde soralım ve halk nereli olduğunun kararını versin.

Halktan korkulmaz, vekil olarak karar vereceğinize, bırakın temsil etiğiniz halk bu yükü yüklensin, sizde rahat edersiniz. Ancak AB konusunda ilginç bir sessizlik olduğu görülmektedir. Siyasi partilere bakıldığında hiç biri AB‘ ye bu ülkeyi biz taşırız diye siyaset yapmamaktadır. Siyasi söylemler için önemli olduğu düşünülen bu konuyu kim dile getirecek ve bu sayede oy toplamayı düşünecektir. Ben de merakla beklemekteyim. Eğer anketlere bakacak olursak bu siyasi söylemi kimse dile getirmeyeceği inancındayım.

Halkın bir ferdi olarak sayın siyasetçilerimize sesleniyorum, 3. sandığı şu Milletin önüne koyun, bakın ne güzel sonuçlar çıkacaktır.

7 Mayıs 2007 Pazartesi

Sihirli Bir Söz '' Aklımda ''


Biz çocukken lades çekişirdik, bu oyunu bu yazıyı okuyan herkes mutlaka biliyordur, orada bir söz vardı, aklımda, sizi yenmeye çalışan rakibiniz size bir şey verdiğinde alıyorum ama aklımda diyerek oyunun aklımızda olduğunu anlatırdık. Geçen hafta yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminin akşamı olan olayları görünce herkesin aklımda diye bağırdığını duymak istedim.

Ülkemiz kurulduğundan ve biraz Dünyaya açılmaya başlamasından itibaren bir oyun ortaya konmuştur, bu oyun sayesinde Ülkemiz çeşitli krizlere girmiş ve bazen de çok ağır yaralar alarak çıkmıştır. Bu yaralardan sanayicimiz, esnafımız, memurumuz, işçimiz velhasıl her kesim etkilenmiştir. 1990’ dan itibaren başlayan globalleşme yada küreselleşme adıyla Dünya’ya yayılan global para gücü bir çok gelişmekte olan ülkelerin krize yakalanmasına neden olmuştur. Bu öyle bir krizdir ki, Asya’ da olan krizden bana ne deme şansıda kalmamıştır.

2000 yılından itibaren başlayan ve yavaş yavaş düzelen ekonomimiz sayesinde, krizleri unutmaya, belki de unutmak istememiz nedeniyle unutmaya başladık. Ancak, geçen hafta oluşan olaylar bize aklımda sözünü hatırlamamıza neden olmuştur.

Aslında ekonomimizin düzeldiği falan yoktur, bu hükümetin yaptığı birçok olumlu davranışlar ve tedbirlerle bir nebze Devlet kendini düzeltmeye çalışmaktadır. Ancak, bir ülkeni bankalarının tamamına yakını ( Kamuları saymaz isek ) yabancıların elinde ise, çok öğündüğümüz, borsamızın % 37’ si sadece yabancı menşe ili bir bankanın portföyün de bulunuyorsa o zaman gün gelmeden önce aklımda demeniz gerekmektedir.

Bizler ürettiğimizden fazlasını yediğimiz sürece, kenara köşeye bir şeyler koymadığımız, borç içinde yüzdüğümüz, esnaf olarak, elimdeki sermayeyi binmek için araba aldığımız sürece o kriz size aklımda dedirtmeyecektir. Aklımda demeden teklif edilen nesneyi aldığınızda oyunu kaybetmişsiniz demektir.

Kapının arkasında birilerin olduğunu ve kendi düşüncelerine gelmeyen, kendi çıkarlarına uymayan her durumda, siz isteseniz de istemeseniz de oyunu kaybedeceksiniz. Aklımda demeniz yada dememeniz hiç önemli değildir.

28 Nisan 2007 Cumartesi

Meslek Yüksekokulları ve İlçelere Katkıları




Geçen hafta yaptığım Kütahya gezisinde, şehrin farklı bir canlılık içerisinde olduğunu, benim okuduğum 1980’ li yıllardan çok farklı bir yapıya büründüğünü gördüm. Esnafın farklılaştığını, caddelerin kalabalık, insanların yüzünde mutluluğu çok rahat görebiliyorsunuz. Ancak yaptığım izlenimlerde benim de çok taktir ettiğim ve gelecekte çok büyüyeceklerine inandığım Bozüyük Süt haricinde yatırım yapan bir işletme olmamasına, hatta bir çok kamu kuruluşunu özel’e devredildiği bir dönemde bu değişim ve gelişmeyi anlamakta zorluk çekilebilir, fakat benim dönemimden bu yana 15 -20 bin öğrenci Kütahya’ ya gelmiş ve şehrin havasını değiştirmişlerdi.

Günümüzde, özellikle küçük şehirlerde açılan Meslek Yüksek Okulları, ilk zamanlar çok sıkıntı çekmektedirler. Okulun yeri, öğrencilerin barınma sorunu, büyük şehirden gelen öğrencilerin küçük yere adaptasyonu gibi birçok sorun yaşarken, kasaba halkı kendilerinden farklı giyinen, konuşan ve davranan farklı kişilerle karşılaşmanın sıkıntısını yaşamaktadırlar. Ancak, zamanla bu değişime ya uyum sağlamakta ya da onları öyle kabul eden bir yapı oluşmaktadır. Daha katı kasabalarda ise öğrenciyi kendine adapte etme durumu ortaya çıkar ki işte burada kaos ortaya çıkar. Çok kısa sürede kalacağı bir toplumun yapısına uyum çok zordur. Bu nedenle kendine uyum sağlasın beklentisi hep boş çıkmıştır.

İlk zamanlar zorlanmalar olsa da zamanla onları kendinden kabul eden, onların varlığına ve bu varlığın kasabaya getirdiği, fazladan katkı nedeniyle bu gurupları severek bir misafir olarak görür. Kütahya örneğinde olduğu gibi, öğrenci sayısının artması ile birlikte, esnafın yüzü gülmeye ve mutlu olmaya başlar. Sadece esnaf değil, kiralık evi olanlar, seyahat firmaları, yeni iş olanaklarına yatırım yapanlar, kısaca herkes mutlu olacaktır ve olmaktadır. Okulların kapanması ile başlayan sakinlik bir süre sonra öğrenci ne zaman gelecek sorularına dönüşür ve bu artık bu gurubun kabulü anlamına gelmektedir.

Şunu unutmamak gerekir ki, bu çocuklar sizlerin misafirlerinizdir ve kasabanıza belli bir gelir sağlamaktadır. Türkiye’ nin çeşitli yerlerinden gelmiş bu çocuklara sahip çıkmalıyız, onların rahat ve mutlu mezun olmaları, ilçe halkı için iyi bir referans olacaktır. Doğrudur biraz farklılar ama siz babanızdan, çocuğunuz sizden farklı değil mi, onları öyle kabul edelim ve ilçedeki canlılığa ve mutluluğunuza katkı sağlayan bu çocukları kendi çocuklarımız gibi görelim.

20 Nisan 2007 Cuma

Verimlilik



80’ li yıllardan itibaren başlayan tüketim toplumu olma olgusu günümüze kadar biraz etkisini yitirmesine rağmen devam etmektedir. 80’lere baktığımızda bir aileye telefon bağlandığında hayırlı olsuna giden konu komşu, sinemaya gider gibi televizyonlu evlere gidilmeler, elektrik süpürgesinin lüks bir ürün olarak görüldüğü günlerden, herkesin elinde cep telefonu olan, mutfakta, çocuk odalarında televizyonların bulunduğu günümüze gelinmiştir. Bu gelişmeler ilk etapta olumlu bir durum gibi görünse de birçok aile bu tip ürünleri borçla alması ( özellikle kredi kartlarına bilmem kaç taksit sistemi ) bir noktada aileleri zor durumda bırakmış ve aylar sonrasında kazanacakları parayı harcamanın telaşına itmiştir.
Bu borçla yaşamaya alışmış toplumumuz, çeşitli krizlere takıldığında bu hastalığa dönüşmüş ve birçok kişilerimiz, icralar ve ödeyememe durumuna düşmüştür. Üretim toplumundan, tüketim toplumuna dönen ülkemiz, ışıltılı ürün kampanyaları, kredi kartına bol taksit, bak karşı komşumuzda almış ama bizde yok tarzı düşünceler, bizleri tamamen önü ışıltılı ama sonu cehennem bir yapı içinde bulmamıza neden olmuştur.
Yapılan çeşitli verimlilik çalışmaları bizlere göstermektedir ki, her türlü harcama ve tüketimin ancak % 37’ sinin gerçekten zaruri harcamalar ya da tüketimin % 37’ sinin gerçekten ihtiyaçtan kaynaklandığını göstermektedir.1856 yılında bilimsel bir hale dönüşen Yönetim ve Organizasyon biliminin 130 yıla yakın üzerinde durduğu konu verimlilik ve standardizasyondur.
Şu artık iyice görülmektedir ki, yiyeceğiz, içeceğiz, ama israf etmeyeceğiz. Bu gün binlerce sıkıntı içerisinde olan ailelerimiz şunu iyice görmelidirler, biz bu ürünü almamız gerekli mi, bu soruya hemen cevap vermek yerine, o ihtiyacın, ihtiyaç oranını 3 günlük bir çalışma sonucu kesin karar vermelidirler. Evet benim bu kazağa, çamaşır makinesine gerçekten ihtiyacım var diyorsanız o zaman alın ama 3 gün mutlaka düşünün.
Bir diğer kurtuluş yolu planlama olduğunu görmekteyiz. Kendinizi ailenizi planlayın, çocuklarınıza planlamanın ne olduğunu anlatınız. İstenen ürünün planlama içinde olup olmadığına bakınız ve çocuklarınıza açık açık bütçe kavramını anlatınız. Devletler, yıllık bütçeler, 5 yıllık planlar yaparken, devlette daha mı iyi durumdayız ki biz plan yapmıyoruz sorusunu sorunuz ve göreceksiniz, planlamanız başarılı olursa, verimli kullanım uygulamasına geçerseniz belki sizin için daha çok geç olmayabilir.

Küreselleşme ve Esnafımız


Günümüz dünyasında, küreselleşmenin de etkisi ile bir kırılma meydana gelmiş ve insanlar alım güçleri ve tercih yerleri değişmiştir. Bu sistemin ilk belirtisini kredi kartlarının verilmesi ile görmekteyiz. sokak ortalarında dağıtılan kredi kartları sayesinde her kesimde çalışan yada çalışmayan herkesin bir kredi kartı olmuş ve bu sayede alım şekilleri de değişmiştir. Bu sistemde ilk etkilenenlerin bakkallar olduğunu görmekteyiz. Memur müşteriler, arkasından, işçi müşteriler bu yerleri terk etmiştir. Bakkal Hasan ağa bu duruma önce akıl erdirememiştir, öyle ya yılların memur Ahmet beyi, işçi Kamil’ i kendisini terk etmiştir. O da ne yapsın günlük ihtiyaçları satmaya başlamış, gazete, ekmek ve bisküvi ile yaşamını sürdürmeye çalışmıştır.

Küreselleşmenin ikinci kademesini büyük zincir mağazaların şehri sarması, hatta bakkal Hasan ağa’ya komşu olacak şekilde yanına kadar gelmesidir. Hasan ağa ‘’ bunlar veresiyeyi sever ‘’ diye umutlanmış fakat kredi kartlarını görünce bu tezini de yanlış olduğuna karar vermiştir. Bu durum sadece Hasan ağa ile de sınırlı değildir. Konfeksiyoncu komşusu, ayakkabıcı arkadaşı hepsi aynı durumdan nasibini almışlardır. Hele kasap arkadaşının durumu daha da kötüdür. Bu sistemden kurtulan tek esnaf karşı komşusu berber Murat olmuştur. Küreselleşmenin yenemediği tek esnaf o kalmıştır.

Küreselleşme günümüzde değerli esnafımızı bazı kararlar almaya itmektedir. Bunlar
1. Bir yerlerden sermaye bularak işi büyütmek ve güçlü olmak, olmadı bu bize uymadı diyorsanız,

2. Birkaç esnaf arkadaş bir araya gelerek ve sermayelerini birleştirerek büyüklere karşı, büyük olarak mücadele etmek, yapma hocam biz onlar anlaşamam diyorsanız.
3. Ya gittiği yere kadar gitmek, ya da bu piyasadan çekilmeniz gerekmektedir.

Bizler sizleri kaybetmek istemiyoruz, sizleri seviyoruz ama o mağazalar o kadar ışıltılı, çeşit bol, her şey bir arada, seçme şansımız var, hele bir de kredi kart cebimizde ise, ihtiyacımız üç ise on üç alım dönüyoruz.